21 Aralık 2010 Salı

Hiç Kimsenin Öyküsü

Son zamanlarda gördüğüm en güzel oyun, Bursa Devlet Tiyatrosu'nda izlediğim Hiç Kimsenin Öyküsü. Prömiyerini geçen ay yapan tek perdeli, iki kişilik oyunun tamamı bir tren kompartmanında geçiyor.
Birbirine yabancı iki "Merevne" yolcusu, aynı kompartmanda seyahat etmektedir. Kibar kibar konuşan ve bir an önce evlerine dönmek için sabırsızlanan beyler, pek çok ortak noktaları olduğunu farkederler. Daha önce tanışmamış olsalar da aynı küçük şehirde yaşayan, uzun zamandır evden uzakta, yorgun iki adam tesadüfen aynı kompartmanda buluşmuştur. Rahat etmek için üzerlerindeki fazlalıkları çıkarıp masaya bıraktıklarında garip bir ortaklıkları daha ortaya çıkar: ikisi de bellerinde silah taşımaktadır! Silahlar bir kere yerlerinden çıkınca oyunun seyri değişir, sahnede silah varsa elbetteki eninde sonunda patlayacaktır...
Sadece 50 dk. süren oyun boyunca onlar savaşı, askerliği, onuru, onursuzluğu, gücü, ölmeyi, öldürmeyi, intiharı sorgularken izleyici olarak oturduğumuz yerde gerilip yoruluyoruz. Üstelik benim izlediğim gece salonu Işıklar'dan gelmiş bir er-erbaş grubu doldurmuştu. Önümde arkamda, sağımda solumda boynunda künyesi ile oturan gençlerle birlikte olmak ne bileyim neden bir kat daha fazla gerdi beni. Avrupa Tiyatrolar Birliği, boşuna "Avrupa'nın En İyi 120 oyunu" listesinde yer vermemiş bu esere.

– Dün karşınıza çıkmış olsaydım, vurmayacak mıydınız beni?
– O zaman savaş vardı.
– Evet, savaş vardı ve bu sizin suçunuzu örtüyordu değil mi?

20 Aralık 2010 Pazartesi

..



.................................
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir.

Mehmet Akif ERSOY

(20 Aralık 1873 - 27 Aralık 1936)

13 Aralık 2010 Pazartesi

Kitaplarda Ölmek


..............

O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis,
Hala mı yaşıyor, korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz.

Behçet NECATİGİL
(16 Nisan 1916 - 13 Aralık 1979)

4 Aralık 2010 Cumartesi

Zincirli Çınarın Zinciri

Bursa'nın anıt çınarlarından en sevdiğim, işyerimin hemen yakınında. Yıllardır karar veremedim; Çekirge Caddesi'nden Stadyum'a doğru yokuş yukarı gelirkenki görüntüsü mü daha güzel, Stadyum Caddesi boyunca Altıparmak'a doğru çıkarkenki görüntüsü mü... Kocaman gövdesinin alt tarafındaki dallar budanmış; adam boyundan yukarılardan itibaren koca koca dalları başlıyor, civardaki 7-8 katlı binalardan bile yükseklere uzanıyorlar. Ama her nedense (belki alt dalları budandığından) koca ağacın varlığı üzerinde bulunduğu meydanda çok güçlü bir şekilde hissedilmiyor; ancak aşağıdaki caddelerden ona doğru gelirken trafiğin keşmekesinden başını kaldırıp bakanlara kendini belli ediyor; o yüzden bana çok alçakgönüllü bir canlı olduğu izlenmi veriyor. Yaşı 250'ye varsa da hayata o kadar bağlı ki; yaşlı gövdeden baharda tazecik yapraklar çıkıyor.


Bilenler bilir, Bursa anıt çınarlarının genellikle bir adları, hikayeleri vardır: Yağcılar Çınarı, Eskici Baba çınarı, Ulufeli Çınar... gibi. Bu çınarın adının Zincirli Çınar olduğunu birinden duymuştum, ama nedenini bir türlü öğrenememiştim. Meğer nedeni gözümün önündeymiş, ağacın gövdesinden sarkan bir zinciri varmış?! Sonunda bu bilgiyi bir yerde okuduktan sonra bu sabah ağacın yanına kadar gidip bakınca Altıparmak Caddesi yönündeki kocaman zinciri farkedebildim! Evet, bu çınar gerçekten de "zincirli".





Zamanında ağaç gençken gövdesine asıldığı tahmin edilen zincir, gövdeyle kaynaşmış durumda; yerden epey yüksekte bir küpe gibi sallanıyor. Vaktiyle buralarda bir mescit, zaviye varmış; zincirin o vakitlerde asıldığı, kurban edilen adakların derisini yüzmek için kullanıldığı tahmin ediliyormuş... Merak ettiğim bir şeyin daha cevabını öğrendim ve rahatladım sonunda; makinem yanımda değildi, fotoğrafını çekemedim; hem zaten zincirli çınarın zincirini görmek isteyenler bir zahmet yanına kadar gitsin değil mi?

İTİRAF: Yazıyı eklerken aslında üşengeçliğimden fotoğraf yüklememiştim, işte ekliyorum.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Sabah sabah


Bir koku, bir koku ! Önce gelip giden birinin parfümü sandım. Sonra, temizlik deterjanının kokusu galiba dedim. Sonunda ofisi saran baygin kokunun kaynağı bulundu. Tavana değecek kadar büyümüş, bütün kata kokular salacak kadar çiçek açmış. Darısı, evde bakamayıp kuruttuğum çiçeklerin başına..

26 Kasım 2010 Cuma

Gazeteci Yusuf

Geçen ay, Tiyatrokare'nin (Nedim Saban Tiyatrosu) "Leyla'nın Evi" adlı oyununu tanıdıklardan oluşan kalabalık bir grupla Bursa'da izledim. Oyuncu Onur Bayraktar gazeteci Yusuf rolündeydi. Dün gece Gazanfer Özcan Tiyatrosu'nda sahnelenen oyunun ardından motosikletle evine dönerken kaza yapıp hayatını kaybetmiş. Haberi duyunca bir yakınımın kaybını öğrenmiş gibi oldum. Benim gibi pek çok tiyatro izleyicisi onu iyi kalpli gazeteci Yusuf olarak belleklerinde yaşatacaktır.

23 Kasım 2010 Salı

Dönüş...

Gezmeden döndüm dönmesine de kimbilir ne zaman gezmelerim yazılabilecek?!!


12 Kasım 2010 Cuma

3 Kasım 2010 Çarşamba

Beyaz Kediye Veda


Bir kedi uyur içimde
Bir kedide insan uyur
Ondandır uyuşuruz nicedir kedilerle.
İkimizin de içinde birer kara delik
Sonsuzluk uyur bizde
Uyanır.


-Bir Eski Yunanlı şair

30 Ekim 2010 Cumartesi

Kaymakamlık Binası

Mayıs'ta bu blogda sözünü ettiğim binanın yenilenmesi tamamlanı. Bu fotoğrafı geçen ay çekmişim, onun da kaydı bulunsun burada.

Proje

Eylül 2010

22 Ekim 2010 Cuma

Bir Konçertonun Öyküsü

Besteci, 38 yaşındaydı. Moskova Konservatuarı’nda sürdürdüğü 11 yıllık müzik öğretmenliği kariyeri, hakkında çıkan eşcinsellik dedikoduları yüzünden bir yıl kadar önce sona ermişti. Eşcinsellik, ülkesi Rusya'da bir suç kabul edildiği, tutuklama ve Sibirya'ya sürgünle cezalandırıldığı için biran önce dedikodulara son verebilmek umuduyla bir öğrencisi ile evlendi ama düğün ertesinde büyük bir bunalıma düştü. Onu intihar girişimine sürükleyen bunalımdan çıkmak için henüz yeni evlendiği eşini terk etti; İsviçre’de Cenevre Gölü kıyısında dinlenerek kendini topladı. Tek keman konçertosunu işte o günlerde yazdı. 25 günde tamamladı.

Onu intiharın eşiğine getiren “geçici deliliği” göl kıyısındaki tatili sırasında sona erdi. Ancak yaratıcılığının en yüksek düzeye çıktığı zaman, yaşadığı duygusal gerilim dönemi idi. Sözlenmesi, evliliği, intihar girişimi arasındaki 6 aylık sürede daha önce başlamış olduğu bir senfoniyi ve bir operayı tamamlamıştı; her ikisi de ileride onun en değerli yapıtları arasında anılacaktı. Keman Konçertosunu ise iyileşme döneminde meydana getirdi; tamamlamasında bir öğrencisi yardımcı oldu. Aynı öğrencisinin aracılığıyla varlıklı bir dul bayanla tanıştı. Bu bayan, hiç yüzyüze gelmeseler de besteciyi yıllar boyunca hem parasal açıdan hem de mektuplarıyla duygusal açıdan destekledi. Besteci bu sayede artık maddi sıkıntı çekmeyecek, besteciliğe konsantre olabilecektir.

Keman konçertosunu hayranı olduğu bir keman virtüözüne ithaf etti. Ama ünlü kemancı, eseri reddetti. “Dostum, eseri lütfen keman için düzenledikten sonra getirin, bu haliyle onu kimse çalamaz” demişti. Konçerto, ancak 3 yıl sonra bir konserde seslendirilebilecekti.

Çalınamaz denen eseri 4 Aralık 1881’de Viyana’da bir filarmoni konserinde cesur bir kemancı seslendirdi. Ne yazık ki bu ilk seslendiriliş öncesinde doğru dürüst prova yapılamamıştı; orkestra eserin tamamını son derece yumuşak şekilde, ancak duyulacak biçimde seslendirince sanatçılar yuhalandı. Kemancı ise bu kötü deneyime rağmen konçertoyu konserlerinde çalmayı sürdürdü ve diğer Avrupa kentlerindeki konserlerde başarı kazandı. Hatta zamanla başta eseri reddeden virtüöz bile eseri repertuarına aldı. Eser, günümüzde en popüler ve en sık çalınan keman konçertolarından birisi.

Çaykosvki'den ve onun Keman Konçertosundan bahsediyorum. Dün gece kemancı Alexander Markov Bursa Senfoni Orkestrası eşliğinde seslendirdi. Pınar'la ben, ayakta kalan izleyicler arasındaydık(!) -İlk defa Bursa senfoni orkestasının bir haftalık konserini bizim gibi salonda yer bulamayan bir sürü kişinin ayakta izlediğine tanık oldum.- Markov, gene Bursalı dinleyicileri büyüledi ve her zamanki sempatikliğiyle alkışlara "eyvallah" diyerek yanıt verdi.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Tebrik

Pınar doktorasını savundu bitti. Artık doktor ikizi olmuş oldum. Tebrikler Pınar!


16 Ekim 2010 Cumartesi

Yeni ev arkadaşını takdimimdir



On gündür birlikte yaşıyoruz, birbirimize iyice alıştık... En çok modemin üstünde uyumayı, uyandığında kucağa çıkmayı seviyor..

12 Ekim 2010 Salı

Verin Zavallılara

Mithat Cemal Kuntay'ın şiiri peşindeki maceramdan sonra geçen hafta bir Tevfik Fikret şiirinin peşine düştüm. Şöyle oldu: Cuma akşamı devlet tiyatrosundaydım. Sarıpınar 1914 adlı oyunu izledim. Reşat Nuri Güntekin’in "Değirmen" adlı romanını Turgut Özakman çok başarılı bir şekilde oyunlaştırmış ve Bursa Devlet Tiyatrosu da çok başarılı bir şekilde sahneliyor. 100 sene öncesinin çıkarcı bürokratları, sözde aydınları, sorumsuz, düzeysiz basını pek değişmemiş ama sinirlenip üzülerek değil güldürerek izlettiriyor hepsini… Tüm Bursalılara oyun önerilir. Neyse efendim orada şair özentisi bir genç karakter vardı, habire yazdığı şiirleri söyleyen ve selam verirken de fesini düşürüp duran….işte o gence gazeteci ağabeyleri Sarıpınar depremi hakkında bir şiir yazmalarını söylüyorlardı. “Tevfik Fikret bile Balıkesir depremi hakkında yazdığı şiirle ünlü oldu, sen de bu depremle ünlü bir şair olursun” diyerek…. İşte bu cümleden itibaren oyundan bir parça koptum sanırım; merak damarım kabardı:"Hangi deprem, neymiş o şiir, nereden bulurum şiiri?" Neyse ki bulmak zor olmadı, öğrendiklerimi paylaşıyorum.

Söz konusu deprem, 1898 kışında meydana gelmiş. Balıkesir’in merkezi ve 27 köyü hasar görmüş. Koca Zelzele diye anılan bu afette fazla bir can kaybı yok (14 kişi) ama çok sayıda bina yıkıldığından karda kışta sokakta kalan çok insan olmuş. Büyük bir yardım kampanyası ile afetzedelerin yardımına koşulmuş… Tevfik Fikret de depremzedelerin durumunu Servet-i Fünun’da yayınladığı aşağıdaki dizelerle tasvir edip, insanları afetzedelere yardıma çağırmış… Şiir, nesre yakın oluşuyla yayınlandığında pek çok edebiyatçının tepkisini çeken eserlerinden birisi.


VERİN ZAVALLILARA
-Balıkesir Musâbîni İçin-
Harâb-ı zelzele bir köy; şu yanda bir çatının
Çürük direkleri dehşetle fırlamış öteden
Çamur yığıntısı şeklinde bir zemin katının
Yıkık temelleri manzûr; uzakta bir mesken
Zemine doğru eğilmiş, hemen sükut edecek;
Önünde bir kadın... Off, artık istemem görmek!
Bu levha kalbimi tahrik içinse kâfidir;
Tasavvur eyliyemem bir yürek, velev münkir,
Velev haîn ü mülevves, ki böyle bir hâli
Görüp de sızlamasın!... Şimdi siz bu timsâli,
Bu levh-i matemi her türlü dehşetiyle alın,
Şu muhterem vatanın bir kenâr-ı bâridine;
Bütün o manzara-i can şikâfı bir de kalın
Ridâ-yi berf ile örtün ki titresin de yine
İçinde saklıyarak sûzi-i felâketini-
Yabancı gözlere göstermesin sefâletini...
Nasıl tahammül eder sonra karşısında bunun,
Bunun, bu sahne-i pür-ye's-i girye-mehûnun
Biraz hamiyyet ü rikkatle sızlıyan dil-i pâk?...
Derin, iniltili çarpıntılarla sîne-i hâk
Teessürâtını söyler bu levh-i âlâma;
Sizin de kalbiniz elbet acır, değil mi? Verin,
Verin şu dullara, yoksul kalan şu eytâma,
Verin enîne gayet u bir yığın beşerin
!...

30 Eylül 2010 Perşembe

Barbaros Hayreddin


Madem "balesi" bile yapılmış; Barbaros Hayreddin hakkında bir kaç satır bilgi olsun bu blogda da.

Dünyaya geldiğinde onun adı ne Barbaros'tu, ne Hayreddin. Limni adasında 1470 yılında doğduğunda bir Türk sipahisi olan babası ile Midillili bir Rum olan annesi ona Hızır adını vermişti. Söylenceye göre bunun nedeni, fırtınalı bir gecede doğması ve ilk ağlaması ile fırtınanın dinmiş olması idi. Haykırışıyla fırtınayı dindiren bebeğe yardıma muhtaçların kurtarıcısı Hızır adının verilmesi en uygunuydu!

Ailenin dört oğlundan üçüncüsüydü. İçlerinde denize merak salan, kızıl sakallı ağabeyi Oruç ile kendisi oldu.

Ağabeyi Oruç ve Hızır gençlikerinde birer gemi edinip ticarete başlamışlardı. Bir gün Oruç Reis'in gemisi Rodos şövalyelerinin saldırısına uğrayınca yaşamları değişti.

Uğradıkları saldırıda küçük kardeşleri İlyas öldürülmüş; Oruç Reis tutsak edilmişti. Oruç ve Hızır kardeşler yıllar sonra buluşabildiler. Artık denizlerde ticaret değil, korsanlık yapmaya karar verdiler.

Onları korsanlıkta başarılı kılan en önemli buluşlarından birisi kürek çekme işini zincire vurulmuş çaresiz kölelere yaptırmak yerine ganimetten pay verdikleri gönüllülere yaptırmaktı. Oruç, esir düştüğünde yıllarca forsalık yapmış; yani daracık kokuşmuş bir yere çırılçıplak zincirlenip kürek çekmişti. Mucize eseri kurtuluşundan sonra ne o, ne de ağabeyini hep örnek alan Hızır kimseye zorla kürek çektirmedi, kimseyi zincire bağlamadı.


İki kardeşin hedefi Hristiyan gemileri idi; Venediklilere, İspanyollara saldırıyorlardı. İspanyol Kralının üzerlerine donanma göndermesiyle yapılan savaşta Oruç Reis sol kolunu kaybetti ama korsanlığa aynı hızla devam ettiler. Ağabeyleri İshak da onları katıldı.

Endülüs'te İspanyol idaresi altında eziyet çeken Müslümanlar'ı Kuzey Afrika'ya taşıdıklarında İslam dünyasının kahramanı olmuşlardı. Korsanlıkla yetinmediler, karaya çıkmanın vaktiydi; İspanyolların elinden Cezayir'i alıp kendi krallıklarını ilan ettiler.

İspanyollar'ın Cezayir'i geri almak için yaptıkları saldırı sonunda İshak ve Oruç Reis öldü, dört kardeşten yalnız Hızır hayatta kalmıştı.

Hızır, ağabeylerinin ölümüne çok yandı. Oruç Reis'in anısını yaşatmak için sakalını kırmızıya boyadı. İtalyanlar ağabeyine kırmızı sakalından ötürü Barba Rossa (Kızıl Sakal) derlerdi, artık bu ünvanı -kumral olmasına rağmen- Hızır taşıyacaktı. Bir süre sonra isminin önüne gelen "Hayreddin" lakabı ise Osmanlı Sultanı Kanuni'nin ona hediyesi oldu.

Hızır Reis, kardeşleri öldükten sonra Cezayir Kralı olmaktan vazgeçmiş, Osmanlı tahtında oturan Yavuz Sultan Selim'e bağlılık bildirmişti; artık o, Osmanlı Devleti'nin Cezayir Beylerbeyiydi.

Yavuzdan sonra tahta çıkan Kanuni Sultan Süleyman ise Barbaros'u kaptan-ı derya yaparak dünyanın en büyük donanmanın başına geçirdi; Venedikli komutan Andrea Dora ile savaşa gönderdi. Hızır Reis, Haçlı donanmasını yöneten en büyük rakibi Andrea Dora'yı meşhur Preveze Deniz Savaşı'nda yendi.

12 yıl boyunca kaptan-ı deryalığı sürdüren ve Kanuni'nin isteği üzerine hatıralarını anlatan bir kitap yazan Barbaros'un maceralı hayatı, 1546'da Beşiktaş'taki konağında sona erdi.

"Öldüğüm zaman beni deniz sesi duyulabilecek bir yere defnediniz" demişti; Beşiktaş'ta yaptırdığı medresenin yanına Mimar Sinan'ın inşa ettiği türbeye defnedildi. Türbesinin önünden bugün yayalar farkında olmadan geçiyor olabilir ama Türk Deniz Kuvvetleri ne zaman tatbikata gitse, türbesinin önünden geçerken top atışıyla onu selamlıyor.

Barbaros'un Dansı

Mercan Dede müziğini bestelemiş, Beyhan Murphy koreografisini yapmış, Devlet Opera ve Balesi sanatçıları gelip Bursa'da sergilemiş...tabi ben de kaçırmadım; dün gece izledim Barbaros Balesi'ni.

Farklı bir bale Barbaros. Herşeyden önce bale deyince pek çokları gibi benim gözümde de erkek değil, kadın dansçı canlanır; nazlı görünümlü kadınlar hafif adımlarla sahnede tüy gibi uçarlar. Ama yok, bu bale öyle değil. Kalabalık bir ekip dansediyor ve çoğunluk erkek. Her biri saçlı- sakallı, güçlü-kuvvetli, hatta kimi zaman silahlı! 6 devlet balesinden (İzmir, İstanbul, Mersin, Antalya, Samsun) seçilmiş dansçılar biraraya gelmişler. Savaşıyorlar, kavga ediyor, yerlerde yuvarlanıyorlar. Tabi ki balenin zarafetiyle. Ama bale deyince akla gelen kadınsı yumuşaklıktan eser yok. Her biri bir korsan!

İkincisi bildiğimiz romantik bale müziği de yoktu; bu balenin müziği, "elektronik"ti. Ney, kanun gibi sazların sesleri duyuluyordu, ayrıca bol bol su sesi, martı çığlığı vardı.

Üçüncüsü, Barbaros'un leventlerini sahnede 16. yy.'daki halleriyle izlerken, zaman zaman günümüzün modern insanları olarak Barbaros Bulvarı'nda gezdiklerini görüyoruz arkadaki videodan. Sahnede canlandırılanın herhangi bir kurgusal metin, kişilerin masal kahramanı olmadığını; bizlerin caddelerine yapılarına adını veren, her gün kimbilir kaç İstanbullu'nun farkına bile varmadan önünden geçtiği türbesinde yatan Barbaros Hayrettin Paşa gibi ve bizzat bizler gibi gerçek kişiler olduklarını hatırlatıyordu videolar.

Kendilerine başroller değil, denizkızı, yunus balığı ve kum tanesi olmak düşen kadın dansçıların yerlere kadar uzayan kızıl saçlarını kimi zaman halat, kimi yerde silah olarak kullanmaları çok hoştu; hepsi koreografın isteği üzerine ve Barbaros'un kızıl sakalı hatırına saçlarını kızıla boyatmışlar; erkekler de saçlarını sakallarını bir sene önceden uzatmışlar.

İzlemeye giderken tütülü dansçı kızlar görme beklentisinde olmasam da bu kadar değişik bir gösteri de beklemiyordum. Şaşırdım ama beğenerek izledim. 2 saatin sonunda Barbaros Hayreddin, Bursaspor bayrağı ile selama çıktığında alkışlar daha da yükseldi! Barbaros'a sözüm olsun, bir sonraki yazıda onun hayatını anlatacağım.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Sonbahar

Dün akşam hava durumu spikeri "sıkı giyinin" demişti. Dinlemedim. Sabah o kadar sıcaktı ki.. Dolaptan çıkardığım hırkayı elime almak bile fazla geldi. Sen misin laf dinlemeyen. Gün içinde o kadar üşüdüm ki öğleyin eve gitmek, üstümü değişmek zorunda kaldim. Şimdi üstümde pantolon, hırka, ayağımda çoraplar var! Hoşgeldin sonbahar...

31 Ağustos 2010 Salı

EVREKA

Nerdeyse 2 yıl önce blogumda(blogcu.com'daki eskisinde), "Merak Ettiklerim" kategorisi altına bir yazı eklemişim. Merak ettiğimi nihayet bugün öğrendim !

Neyi mi merak etmiştim? Şair Mithat Cemal Kuntay'ın Taksim Anıtı yapılmadan önce, anıtı yapacak olan heykeltraşa (Pietro Canonica) hitaben yazdığı şiiri biliyordum. Anneannemden öğrenmiştim. İlkokul yıllarında bu şiiri ezberlemiş olan anneannem, hala ezberinden söyleyebiliyor ama aynı şairin anıt tamamlandıktan sonra bir ikinci şiir daha yazdığını, o şiirin ezberinde kalmadığını söylüyordu. Google'da aramış, bulamamıştım...Bunca zaman blogdaki yazıma "şiiri ben biliyorum" diye yanıt veren de olmadı. Meğerse bu şiiri bilen birini bulmak için Mersin'e gitmem gerekiyormuş(evet, bu sıcakta Mersin'deydim).

Mersin'de bir kaç günlük tatil için konuk olduğum yazlık Şoray Sitesi'nin sakinlerinin ilginç bir adeti var: 30 Ağustos'ta sitenin önündeki Atatürk büstü önünde tören düzenleyip şiirler okuyorlar! Törende, başrolü site sakini ailelerin ilkokul öğrencisi çocukları ile epey olgun yaşta bir grup emekli öğretmen üstleniyor! İşte bu törendeki öğretmenlerden birisi Taksim Anıtı için yazılmış ikinci şiiri de ezberden söyleyebiliyordu! Nihayet öğrendim ki şairimiz, anıtı pek beğenmemiş; Atatürk'e övgü düzmeyi de iyicene abartmış ne... Başta Nursen Teyzem olmak üzere, 2 yıldır merak ettiğimi şiiri bulmama yardımcı olan herkese teşekkür ederim... Şiir, aşağıdadır:

ATATÜRK'ÜN HEYKELİ ÖNÜNDE
Seneler var, hani beklerdik, o heykel bu mudur?
Söndü sandıkları bir fecri yakan el bu mudur?
Bu mudur haykıran ağ yarıma Türk olduğuma?
Hani düşmüştüm, o bir hamlede kalırdı, bu mu?
Hani gördükçe kaçar hadisler, fırtınalar
Hani kim baksa görü, ufku aşan bir dağ var.
O mu sığmış ebediyen, bu taşın gövdesinde?
Bu mudur kalbime bir milleti basmış sine?
Hani haykırsa mezarlar uzanır, kalkarmış,
Hani bir darbede üç devri ayrılmış, yarmış,
Sağı bitmez gece olmuş, solu sönmez gündüz
Hani dün Akdeniz'in ürpererek baktığı yüz
Hani tarih ile takvimi aşıp Dumlupınar,
Gelecek günler isterse Sakarya'yla akar.
Hani hicranla his, hislerle dil vermiştir?
Hani bir millet o bir millete göstermiştir.
O kadar yükselmez hadisler, heykeller,
Ne tabiat, ne de sanat o kadar haykırmaz
Anlatırken seni bir abide kavrarsa biraz
Tuncunun dalgası, girdabı kalır yamyassı;
Ne demeksin, şaşırır vakaların natıkası!
Kalemin gür sesi ancak heceler maksadını!
Boya rüyanı görür, sayfa sayıkları adını!
Bilirim bir taşa sanatla sığar enginler,
Seni söylerse fakat taş kekeler, tunç inler!

MİTHAT CEMAL KUNTAY

Şairin anıt yapılmdan önce yazdığı şiir için tıklayınız.

24 Ağustos 2010 Salı

Bit Palas'tan

Elif Şafak demişken; son okuduğun romanı Bit Palas, en sevdiğim oldu. Elif Şafak kitapları kitabın bütünündeki kurgudan ötürü değil de içinde genel kurgudan bağımsız yazılıvermiş gibi görünen kimi bölümler, o bölümlerde dile gelmiş duygular, işlenmiş yan temalar ile kalıyor bende. Altını çiziveriyorum öyle yerlerin. Altını en fazla çizdiğim kitap sanırım Bit Palas oldu. İşte altını çizili bölümlerden biri.

"İnanç, tıpkı bir tren tarifesi gibi, özünde bir zamanlama meselesidir. Gar duvarındaki dairevi, heybetli, fildişi saat, insan ömrünün çeşitli zamanlarında vurur. Aynı saatlerde kalkar tren. Öğleden önce tek bir sefer vardır, çocuk yaşta bir inancı benimseyenler buna biner. Öğleden sonra bir kez daha kalkar tren; ergenlik döneminin huzursuz yolcularını da alıp götürerek. Sonra ta akşama kadar başka bir sefer olmaz. Akşam geldiğinde, insan ömründe ilk derin pişmanlıkların baş gösterdiği, işlenen cürümlerin telafisinin mümkün olmadığının anlaşıldığı, en kavi yuvaların tepe taplak devrildiği, ilk ciddi sağlık sorunlarının belirdiği saatte, üçüncü kez kalkar tren. Yolcuları nedense hep son dakikada telaşla biner buna. Ve nihayet geceyarısına doğru, kritik ameliyatlardan sonra ya da ölüme ramak kala, peş peşe iki sefer daha vardır. En kalabalık trenler bunlardır. Hiçbir istasyonda durmadan, şefaat ekspresiyle dosdoğru Tanrı’ya giderler. Akşam yolcularının aksine, gece yolcuları, kaçırmamak için trenlerini, ne olur ne olmaz hep önceden alırlar gardaki yerlerini. Ve vakit geceyarısını vurduğunda, çember tamamlanıp akrep ile yelkovan başlangıç noktasına vardıklarında, garın o hıncahınç kalabalığından tek tük inançsız kalmıştır geriye."

20 Ağustos 2010 Cuma

Kurgunun Politikası

Elif Şafak’ın 14 Temmuz 2010 günü, Oxford kentindeki Ted Konferanslarında* yaptığı konuşmanın videosunu izlemekten çok zevk aldım. Edebiyatın dili ile siyasetin dilinin ne denli farklı olduğundan; hikayelerin sınırların ötesine geçişinden; globalleşen dünyada kümelenerek yaşama eğilimimizden; bizi öteye taşımayan bilgi yığınlarının tehlikesinden; “ara” bölgelerin kıymetinden bahsettiği bölümler en sevdiklerim…

(Altyazı için videonun altındaki "View Subttitles" tıklanıp listede Turkish seçilecek)



*TED Konferansları : Dünyayla paylaşacak yeni, yaratıcı fikirleri olan ve dünyada önemli kabul edilen kişilerin 18 dakikalık birer konuşma ile bilim, kültür, iş dünyasından insanların oluşturduğu bir dinleyici kitlesine hitap ettikleri 4 gün süren konferanslar dizisi. ABD’deki bir sivil toplum kuruluşu organize ediyor. Her yıl iki konferans düzenleniyor biri baharda Kaliforniya ABD’de, diğeri yazın İngitere’nin Oxford kentinde. Sloganı: “Yayılmaya Değer Fikirler”. Bugüne kadar yapılmış konuşmalardan 700 kadarının videosu http://www.ted.com/ adresinden izlenebilir (Konuşmalar İngilizce ama yarısından fazlasının Türkçe altyazısı da var)

11 Ağustos 2010 Çarşamba

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Uğurlama

Ben altı üstü günübürlik Üsküdar gezimizi ballandıra ballandıra yazadurayım, yazıldığından çok daha hızlı geçiyor günler.. Üsküdar'ı anlatana kadar iki defa daha İstanbul'a bile gittim hatta bir düğün için tekrar gitmeye hazırlanıyorum şimdi... Geçtiğimiz günlerde gezmenin, işlerin, düğün derneklerin arasına bir de cenaze girdi. Ayten Teyze'yi kaybettik. Onu bu sayfalara tesadüfen gelmiş okuyanlar da tanıyor, eminim. Sanatın her dalıyla ilgiliydi, pek çok güzel şiirin, şarkı sözünün sahibiydi; en unutulmazı, Ali Şenozan'ın bestlediği aşağıdaki sözleri. Bir kere de buradan uğurlamak istedim Ayten Teyze'yi.

Hasreti yıllara sor
Irağı yollara sor
Beni ellere sorma
O mahsun kullara sor

Kınalı ellere sor
İncecik bellere sor
Dalında boynu bükük
Sararan güllere sor

O yanık türküne sor
Şu geçen ömrüne sor
Elde arama beni
A canım gönlüne sor.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Üsküdar: Beylerbeyi ve Kuşkonmaz Camileri

<< Önceki

Beylerbeyi Sarayı’nı gezdikten sonra az ilerisindeki iskelede bir balıkçıda oturup -çocukluğumdan beri Beylerbeyi’ne her gelişte yaptığımız gibi - midye-tava yemek için duruyoruz. Sonra daha önce yapmadığım bir şeyi yapıp, her zaman zarif görüntüsünü dıştan hep çok beğendiğim Beylerbeyi Camii’nin içine giriyoruz.

Camiye içerden de hayran oluyorum. Eşsiz manzaralı, aydınlık, çok güzel bir cami.Biz Beylerbeyi Camii desek de asıl adı Hamid-i Evvel Camii. Adından da anlaşılacağı üzere Osmanlı Sultanlarından I. Abdülhamit yaptırmış. Beylerbeyi Sarayı’ndan 87 yıl önce, Sultan Abdülhamit'in annesi Rabia Sultan anısına yaptırılmış bu güzel cami Beylerbeyi'nde tam denizin üstüne.

Beylerbeyi'nden sonra Üsküdar İskele Meydanı'na dönüp Harem'e doğru ilerliyoruz ve çayımızı deniz kenarında, Kuşkonmaz Camii'nin bitişiğindeki çay bahçesinde çay içerek sonlandırıyoruz. Mimar Sinan eseri olan minik Kuşkonmaz Camii bakımda olduğundan, medrese binasındaki kütüphane pazar tatilinden ötürü kapalı. Ama tam kıyıdaki bu minik caminin hikayesini anlatmadan geçmemek gerek. Bu yapılar topluluğunun asıl adı Şemsi Ahmet Paşa Külliyesi. Paşa, sadrazam Sokullu'nun rakibi. Kendisi devşirme olmayıp soylu bir Türk ailesine (Candaroğulları) mensup olduğundan kendini sadrazamlığa layık görürmüş. Aralarında hep bir çekişme olmuş. Bir gün Sokullu'ya takılmış yaptırdığı külliyeye kuşlar pislediği için....Yıllar sonra dillere destan sarayının yakınında bir külliye yapacağı zaman kendi camisinin kubbesini kuş pisliğinden nasıl koruyacağını düşünmeye başlamış. Mimar Sinan'a kuşların konmadığı bir yer olup olmadığını sormuş. Sahili uzun uzun incelemiş Koca Sinan, kuzey-güney rüzgarlarının kesiştiği yeri ve dalgaların kıyıya çarpmasıyla oluşan titreşimleri tespit etmiş; denize doğru kayma riski büyük olsa da cami oraya inşa edilmiş. Gerçekten de o noktadaki titreşimlerden rahatsız olan kuşlar caminin kubbesine konmuyorlarmış! Bir başka kaynakta ise caminin kubbesindeki kanalların yukarı hava üfleyip ses çıkardığını, kuşların bu sesten ürküp uzak durduklarını okudum. Aslı esası nedir bilemiyorum ama bir başka masalsı açıklama var ki, en hoşuma giden o oldu: Bu caminin yapımı sırasında 90'lı yaşlarında olan ak sakallı Koca Sinan, bizzat inşaatta çalışmış; bu sevimli minik yapı için büyük emek vermişti. Kuşlar, Sinan'ın ilerlemiş yaşındaki büyük gayretine saygılarından konup da pislemezlermiş caminin kubbesini.

27 Temmuz 2010 Salı

Üsküdar: Beylerbeyi Sarayı

<< Önceki

Bir sonraki ziyaret noktası, Beylerbeyi Sarayı. Sultan Abdülaziz'in yaptırdığı bir saray Beylerbeyi. Sultan Abdülmecit, Ihlamur Köşkü’nde tüberkülozdan hayatını kaybedince tahta çıkmıştır kardeşi Abdülaziz. Yeni padişah, ağabeyinin yaptırdığı -fakat içinde yalnız 6 ay oturabildiği- Dolmabahçe Sarayı’nda yaşar. Borçlar gırtlağa dayanmıştır ama olsun, ağabeyinin yapımına başladığı bir diğer saray olan Çırağan Sarayı'nı tamamlattığı gibi karşı kıyıda Beylerbeyi Sarayı'nı da yazlık olarak yaptırır Abdülaziz.

Nerdeyse tüm odaları deniz manzaralı bir saraydır Beylerbeyi. Abdülaziz gibi deniz sevdalısı bir sultana yakışır bir yer. Zamanında saraylar için olduğu gibi donanma için de masraftan borçtan kaçınmayan Abdülaziz, ısmarlayacağı gemilerin planlarını bile kendisi çizmiş, Osmanlı donanmasını İngiliz ve Fransız donanmalarından sonra devrin en büyük üçüncü donanması haline getirmişti. Padişahın deniz ve gemi tutkusu, selamlık bölümde tavanlara işlenen deniz ve gemi tabloları ile kendisini gösterir. Harem kısmında tavanlarda gemilerin, dalgaların yerine çiçekler alır.

Yazlık saray olduğu için sarayda kalorifer teşkilatı yok ama serinlik vermesi için ortada kocaman havuzu olan bir salonu var. Havuzun başında, Abdülaziz'in at üstünde bir bronz heykeli duruyor; işte bu heykel; Osmanlı döneminde yapılmış ilk padişah heykeli. Padişahın kendi heykelini yaptırmak gibi yeniliklere girişmesinde ve yeniliklere açık olmasında yaptığı seyahatlerin etkisi olmalı. Paris-Londra-Viyana'yı içeren bir Avrupa seyahatine çıkmış Sultan Abdülaziz 1867'de. Bu seyahat de bir ilk. Osmanlı tarihinde atına atlayıp ordusuyla sefere çıkan, çok uzaklara giden padişahlar olmuş ama trene-vapura binip resmi ziyaretler için seyahat eden ilk padişah, Abdülaziz olmuş. Özellikle gördüğü teknolojik yeniliklerden etkilenip döndüğünde modernleşme için önemli girişimlerde bulunmuş.

Abdülaziz'in Aşkı

Abdülaziz'in ünlü Avrupa gezisi sırasında Fransa Kralı III. Napolyon'un eşi Öjeni (Eugenie)'ye gönlünü kaptırdığı söylenir. Paris'teyken onu İstanbul'a davet etmiş ve iki yıl sonra İstanbul'da, Beylerbeyi Sarayı'nda buluşabilmişler! Öjeni, Süveyş Kanalı'nın açılış törenine gitmektedir (evet, Kızıldeniz ile Akdeniz'in birleşmesi de denizsever padişah Abdülaziz devrinde gerçekleşti); İstanbul'a uğrar. Teknesinin Boğaz'a girişi Selimiye Kışlasından atılan toplarla duyurulur tüm İstanbul'a. Abdülaziz, saltanat kayığına atlar karşılamak için. Ahırkapı yakınlarında gemiye ulaşıp imparatoriçeyi elinden tutarak saltanat kayığına bindirdiği ve Beylerbeyi Sarayı'na gelinceye dek elini bırakmadığı anlatılır. Onu Beylerbeyi Sarayı'na bırakıp, Dolmabahçe'ye döner Abdülaziz. Asıl saray dedikosu şimdi geliyor: Bir hafta süren ziyaret sırasında bir gece Abdülaziz'in kimseye haber vermeden saltanat kayığına bindiği, Dolmabahçe'den Beylerbeyi'ne geçtiği söyleniyor. Sabaha karşı dönmüş Dolmabahçe'ye ve ertesi gün Cuma selamlığına kadar uyandırılmamasını söylemiş. Beylerbeyi'nde yaşanan bu ilişki, o günlerde pek çok dedikoduya, sonradan romanlara konu olmuş... Ne var ki Öjeni'nin ziyareti kısa sürmüştür; Pertevniyal Sultan'ın (Abdülaziz'in annesi) "Senin kocan yok mu be kadın" diye çıkışması üzerine imparatoriçe toparlanıp gider. İstanbul'a tekrar geldiğinde 90 yaşını aşmış, Fransa'dan sürülmüş bir kadındır; Abdülaziz çoktan tahttan indirilmiş ve hayatını kaybetmiştir; Abdülaziz ile tekrar hiç biraraya gelemezler.

Abdülhamit'in Ölümü

Abdülaziz Öjeni aşkının yaşandığı yer olan Beylerbeyi Sarayı, yeğeni II. Abdülhamit'in ise hapishanesi olmuştur. Sultan, 31 Mart Olayı'nın ardından 1909'da tahttan devrilip ailesiyle Selanik'e gönderilmişti ama 3 yıl sonra Balkan Savaşı'nda Selanik'in elden çıkmasından az önce Yunanlılar'a esir düşmemesi için apar topar İstanbul'a getirtilir. İstanbul'a getirildiğinde nerede kalacağı sorun olmuştur. İstemese de yazlık bir mekan olan Beylerbeyi Sarayı'nda yaşamaya mahkum olur. Kendisi 10 yaşındayken veremden ölen annesi Tirimüjgan Sultan'ın hayatını kaybettiği yerdir Beylerbeyi Sarayı. Abdülhamit, annesinin öldüğü odaya yerleşir. Yapayalnız yaşar. Ailesiyle yalnızca bayramları görüşmesine izin verilmektedir. Ömrünün son 5,5 yılını sarayda geçirir annesinin öldüğü odada 77 yaşında hayata veda eder.

Sonraki >>

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Üsküdar: Fethipaşa Korusu

<< Önceki
Fethi Paşa Korusu, Paşalimanı Caddesi üzerinde. İçindeki köşklerle birlikte belediye sosyal tesisi olarak kullanılıyor. Üsküdar gezimizde dinlenme ve dondurma yeme molasını koruda verdik. O kadar yürüdükten sonra tırmanılacak basamaklı yolu görünce ürktük ama neyse ki çok uzun bir tırmanma gerektirmiyordu.

Korunun ve köşklerin eski sahibi Ahmet Fethi Paşa, Osmanlı sarayına damat olmuş bir devlet adamı. Sultan II. Mahmut sarayda öğrenim görmüş, batı kültürüne açık, zarif biri olan Ahmet Fethi Paşa'yı 16 yaşındaki kızı Atiye Sultan'a uygun görmş. Padişahın isteğine karşı çıkmak ne mümkün! Paşa zaten evli ve çocuklu olmasına rağmen eşi Şemsinur Hanım'ı bırakıp Atiye Sultan ile büyük bir düğün ile evlenmiş. Dolmabahçe sırtlarında yapılan şenlikler bir hafta sürmüş. Artık saraya damat olan Paşa, Kuzguncuk'ta özene bezene içini yaptırdığı köşkü bırakıp yeni eşine tahsis edilmiş saraya (yanılmıyorsam Arnavutköy'deki Akıntıburnu Sarayı'na) yerleşmiş. 10 yıl sürmüş evlilikleri. Atiye Sultan 26 yaşında hayatını kaybedince; Paşa Kuzguncuk'taki pembe yalısına dönmüş.

Çok renkli bir kişilik Damat Ahmet Fethi Paşa. Elçi olarak Viyana'da, Paris'te görev yapmış; gittiği yerlerden, tablolar, heykeller ısmarlamış; sanat eserleri ile donatmış evini. O sıralarda Dolmabahçe Sarayı'nı inşa ettiren Abdülmecit (yandaki resim), o kadar beğenmiş ki evi; yaptırdığı yeni sarayın döşenmesi görevini kendisine vermiş.

Kışları yalıda geçiren Fethi Ahmet Paşa, bu korunun içinde, en tepedeki köşkü yazlık olarak kullanırmış; toplam 3 köşk yaptırmış korunun içine. Eskiden koru ile yalı arasında üstü kapalı bir ahşap köprü ile geçirmiş.

Fethi Paşa'nın Aya İrini'de kurduğu müze ile Türk müzeciliğine, Sultanahmet'te başlattığı arkeolojik kazılarla arkeolojiye, Beykoz'daki cam fabrikasını yöneterek çeşm-i bülbül üretimine yaptığı katkıları da anıp Beylerbeyi Sarayı'na gitmek üzere bir minibüse biniyoruz.

Sonraki >>

20 Temmuz 2010 Salı

Üsküdar: Paşalimanı Caddesi'nde

<< Önceki


İki camiden sonra istikamet, Fethi Paşa Korusu. İskeleden koruya doğru Paşalimanı Caddesi boyunca yürüye yürüye ilerliyoruz. Yol üstünde, devlet tiyatrolarının - varlığından haberim bile olmayan- bir sahnesi çıkıyor karşımıza. Üsküdar Tekel Sahnesi. 2009’da açılmış. Harabe halindeki eski Tekel deposu, çok şık bir tiyatro sahnesi haline gelmiş. Girişe binanın eski işlevinden hatıra objeler yerleştirilmiş; sahnenin gişesini ,fuayesini görüp beğendim; bir oyun izlemeye gelmek de kısmet olur diye umuyorum. Yalnız, bu güzel binanın büyük bir otopark sorunu var, o nasıl halledilir bilemiyorum(fotoğraf, tekel bınasının restore edilmeden kalmış bölümü)


Tiyatronun hemen yanıbaşındaki ahşap camiinin adı “Silahtar Abdurrahman Ağa Camii”. Abdurrahman Ağa, III. Mustafa’nın silahtarı imiş. Son derece sevimli bir yapı ama kapısı kapalıydı içeri giremedik.


Az ilerde, Hüseyin Avni Paşa Çeşmesi bizi bekliyor. Çeşmeyi yaptıran paşanın bu yakınlarda bir yalısı varmış ama günümüze kadar gelememiş. Kendisi, Tanzimat Dönemi’nin ünlü bir devlet adamı. Ben onu ilk, Sultan Abdülaziz’e duyduğu büyük kinle hatırlıyorum. Günahı boynuna, kimine göre bir rüşvet iddiasından ötürü, kimine göre bir kadınefendiye sarkıntılık ettiği için ordu kumandanı iken görevden alınmış, rütbeleri sökülüp, hatta yalısı elinden alınıp memleketi Isparta’ya gönderilmiş kendisi. Bu olaydan sonra “kinim, dinimdir” diyecek kadar kin duymuş padişaha. Padişah ise, ona tekrar görev vermek, hatta sadrazamlığa kadar getirmek zorunda kalmış ama bu kin dinmemiş; 1876’da Abdülaziz’i tahttan indiren hükümet darbesinin liderleri arasında Hüseyin Avni Paşa yer almış. Malum, darbeden birkaç gün sonra Abdülaziz şüpheli bir şekilde ölür; çok geçmez eşi Neşerek Kadınefendi de hayatını kaybeder.

Hüseyin Avni Paşa’nın sonu ise Neşerek Kadın Efendi'nin erkek kardeşi Çerkez Hasan’ın elinden olur. Kardeşinin ve eniştesinin intikamını almak üzere baştan aşağı silahlı bir şekilde hükümet toplantısının yapıldığı Mithat Paşa Konağı’nı basan Çerkes Hasan’ın yağdırdığı kurşunlar ile can veren Hüseyin Avni Paşa, Süleymaniye Camii bahçesine defnedilir (yandaki, doğumyeri Isparta'daki bir büstü) .


Çeşme vesilesi ile Hüseyin Avni Paşa’yı andık, Ahmet Fethi Paşa Korusu’na az bir yol kaldı. Bir dahaki yazı da Ahmet Fethi Paşa hakkında olsun. Sahi, Paşalimanı adını hangi paşadan alıyor acaba: Hüseyin Avni Paşa mı, Ahmet Fethi Paşa mı yoksa bir başka paşa mı?!

Sonraki >>