30 Eylül 2010 Perşembe

Barbaros Hayreddin


Madem "balesi" bile yapılmış; Barbaros Hayreddin hakkında bir kaç satır bilgi olsun bu blogda da.

Dünyaya geldiğinde onun adı ne Barbaros'tu, ne Hayreddin. Limni adasında 1470 yılında doğduğunda bir Türk sipahisi olan babası ile Midillili bir Rum olan annesi ona Hızır adını vermişti. Söylenceye göre bunun nedeni, fırtınalı bir gecede doğması ve ilk ağlaması ile fırtınanın dinmiş olması idi. Haykırışıyla fırtınayı dindiren bebeğe yardıma muhtaçların kurtarıcısı Hızır adının verilmesi en uygunuydu!

Ailenin dört oğlundan üçüncüsüydü. İçlerinde denize merak salan, kızıl sakallı ağabeyi Oruç ile kendisi oldu.

Ağabeyi Oruç ve Hızır gençlikerinde birer gemi edinip ticarete başlamışlardı. Bir gün Oruç Reis'in gemisi Rodos şövalyelerinin saldırısına uğrayınca yaşamları değişti.

Uğradıkları saldırıda küçük kardeşleri İlyas öldürülmüş; Oruç Reis tutsak edilmişti. Oruç ve Hızır kardeşler yıllar sonra buluşabildiler. Artık denizlerde ticaret değil, korsanlık yapmaya karar verdiler.

Onları korsanlıkta başarılı kılan en önemli buluşlarından birisi kürek çekme işini zincire vurulmuş çaresiz kölelere yaptırmak yerine ganimetten pay verdikleri gönüllülere yaptırmaktı. Oruç, esir düştüğünde yıllarca forsalık yapmış; yani daracık kokuşmuş bir yere çırılçıplak zincirlenip kürek çekmişti. Mucize eseri kurtuluşundan sonra ne o, ne de ağabeyini hep örnek alan Hızır kimseye zorla kürek çektirmedi, kimseyi zincire bağlamadı.


İki kardeşin hedefi Hristiyan gemileri idi; Venediklilere, İspanyollara saldırıyorlardı. İspanyol Kralının üzerlerine donanma göndermesiyle yapılan savaşta Oruç Reis sol kolunu kaybetti ama korsanlığa aynı hızla devam ettiler. Ağabeyleri İshak da onları katıldı.

Endülüs'te İspanyol idaresi altında eziyet çeken Müslümanlar'ı Kuzey Afrika'ya taşıdıklarında İslam dünyasının kahramanı olmuşlardı. Korsanlıkla yetinmediler, karaya çıkmanın vaktiydi; İspanyolların elinden Cezayir'i alıp kendi krallıklarını ilan ettiler.

İspanyollar'ın Cezayir'i geri almak için yaptıkları saldırı sonunda İshak ve Oruç Reis öldü, dört kardeşten yalnız Hızır hayatta kalmıştı.

Hızır, ağabeylerinin ölümüne çok yandı. Oruç Reis'in anısını yaşatmak için sakalını kırmızıya boyadı. İtalyanlar ağabeyine kırmızı sakalından ötürü Barba Rossa (Kızıl Sakal) derlerdi, artık bu ünvanı -kumral olmasına rağmen- Hızır taşıyacaktı. Bir süre sonra isminin önüne gelen "Hayreddin" lakabı ise Osmanlı Sultanı Kanuni'nin ona hediyesi oldu.

Hızır Reis, kardeşleri öldükten sonra Cezayir Kralı olmaktan vazgeçmiş, Osmanlı tahtında oturan Yavuz Sultan Selim'e bağlılık bildirmişti; artık o, Osmanlı Devleti'nin Cezayir Beylerbeyiydi.

Yavuzdan sonra tahta çıkan Kanuni Sultan Süleyman ise Barbaros'u kaptan-ı derya yaparak dünyanın en büyük donanmanın başına geçirdi; Venedikli komutan Andrea Dora ile savaşa gönderdi. Hızır Reis, Haçlı donanmasını yöneten en büyük rakibi Andrea Dora'yı meşhur Preveze Deniz Savaşı'nda yendi.

12 yıl boyunca kaptan-ı deryalığı sürdüren ve Kanuni'nin isteği üzerine hatıralarını anlatan bir kitap yazan Barbaros'un maceralı hayatı, 1546'da Beşiktaş'taki konağında sona erdi.

"Öldüğüm zaman beni deniz sesi duyulabilecek bir yere defnediniz" demişti; Beşiktaş'ta yaptırdığı medresenin yanına Mimar Sinan'ın inşa ettiği türbeye defnedildi. Türbesinin önünden bugün yayalar farkında olmadan geçiyor olabilir ama Türk Deniz Kuvvetleri ne zaman tatbikata gitse, türbesinin önünden geçerken top atışıyla onu selamlıyor.

Barbaros'un Dansı

Mercan Dede müziğini bestelemiş, Beyhan Murphy koreografisini yapmış, Devlet Opera ve Balesi sanatçıları gelip Bursa'da sergilemiş...tabi ben de kaçırmadım; dün gece izledim Barbaros Balesi'ni.

Farklı bir bale Barbaros. Herşeyden önce bale deyince pek çokları gibi benim gözümde de erkek değil, kadın dansçı canlanır; nazlı görünümlü kadınlar hafif adımlarla sahnede tüy gibi uçarlar. Ama yok, bu bale öyle değil. Kalabalık bir ekip dansediyor ve çoğunluk erkek. Her biri saçlı- sakallı, güçlü-kuvvetli, hatta kimi zaman silahlı! 6 devlet balesinden (İzmir, İstanbul, Mersin, Antalya, Samsun) seçilmiş dansçılar biraraya gelmişler. Savaşıyorlar, kavga ediyor, yerlerde yuvarlanıyorlar. Tabi ki balenin zarafetiyle. Ama bale deyince akla gelen kadınsı yumuşaklıktan eser yok. Her biri bir korsan!

İkincisi bildiğimiz romantik bale müziği de yoktu; bu balenin müziği, "elektronik"ti. Ney, kanun gibi sazların sesleri duyuluyordu, ayrıca bol bol su sesi, martı çığlığı vardı.

Üçüncüsü, Barbaros'un leventlerini sahnede 16. yy.'daki halleriyle izlerken, zaman zaman günümüzün modern insanları olarak Barbaros Bulvarı'nda gezdiklerini görüyoruz arkadaki videodan. Sahnede canlandırılanın herhangi bir kurgusal metin, kişilerin masal kahramanı olmadığını; bizlerin caddelerine yapılarına adını veren, her gün kimbilir kaç İstanbullu'nun farkına bile varmadan önünden geçtiği türbesinde yatan Barbaros Hayrettin Paşa gibi ve bizzat bizler gibi gerçek kişiler olduklarını hatırlatıyordu videolar.

Kendilerine başroller değil, denizkızı, yunus balığı ve kum tanesi olmak düşen kadın dansçıların yerlere kadar uzayan kızıl saçlarını kimi zaman halat, kimi yerde silah olarak kullanmaları çok hoştu; hepsi koreografın isteği üzerine ve Barbaros'un kızıl sakalı hatırına saçlarını kızıla boyatmışlar; erkekler de saçlarını sakallarını bir sene önceden uzatmışlar.

İzlemeye giderken tütülü dansçı kızlar görme beklentisinde olmasam da bu kadar değişik bir gösteri de beklemiyordum. Şaşırdım ama beğenerek izledim. 2 saatin sonunda Barbaros Hayreddin, Bursaspor bayrağı ile selama çıktığında alkışlar daha da yükseldi! Barbaros'a sözüm olsun, bir sonraki yazıda onun hayatını anlatacağım.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Sonbahar

Dün akşam hava durumu spikeri "sıkı giyinin" demişti. Dinlemedim. Sabah o kadar sıcaktı ki.. Dolaptan çıkardığım hırkayı elime almak bile fazla geldi. Sen misin laf dinlemeyen. Gün içinde o kadar üşüdüm ki öğleyin eve gitmek, üstümü değişmek zorunda kaldim. Şimdi üstümde pantolon, hırka, ayağımda çoraplar var! Hoşgeldin sonbahar...